“Cebimdeki Kabak Çekirdekleri” – Yazar Eda Catalcam
Bir Yıldız’a bakarken ki çağrışımlar, dilekler ve kabak çekirdekleri….
14. yüzyılın sosyoloji ve iktisat öncülerinden İbn-i Haldun zamanları aşan bir tespitte bulunarak “coğrafya kaderdir” diyor. O halde coğrafyasını değiştiren kaderini de mi değiştiriyor?
Yıldız Kenter’in ölüm haberini annesi Olga ile babası Ahmet Naci Bey’in aşklarına şahit olan Londra’da bir göçmen olarak aldım. Gezici bir tiyatroda oyuncu olan Olga kendi olma halinin ötesine geçtiği aşkı, Ahmet Naci Bey’de bularak Türkiye’ye yerleşip Nadide ismini alıyor ve maddi zorluklara rağmen 6 tane de çocuk büyütüyor. Yıldız Kenter’in ölüm haberini aldığım an aklıma Yıldız Kenter’in annesinin gelmesi ,onun da bir göçmen olması, kendi coğrafyasını, ismini ,kaderini değiştirmesi , yeni bir dili öğrenirken yeni bir hayatı da o yeni kelimelerin etrafında kurmaya çalışması , yalnızlığı ve kalabalıklığı, gezici bir tiyatroda yersiz ve kimliksiz bir hayatın tersine hiç bilmediği topraklarda yerleşik ve kalabalık bir aile yaşantısına geçerek kimliğini anne ve eş olarak tanımlaması…Olga’dan Nadide’ye doğru evirilen bir hayatın içine, belli ki tüm coğrafyaları kapsayan gökyüzünün karanlığında parlasın istenen bir Yıldız doğuyor. Tam da ismi gibi zamanın, coğrafyaların ve kaderlerin üstünde bir Yıldız.
Yıldız Kenter… “zamanın ve mekanın ötesinden seslenen bir varlık.” “Ben Anadolu” oyununu Kenter Tiyatrosu’nda ilk seyrettiğimde içimde tarif edemediğim bir kıpırtı, değişen nabız atışım ve düğüm düğüm olmuş boğazımla tam da böyle düşündüğümü hatırlıyorum. Hala tam olarak tanımlayamadığım bir hisle söylemiştim bunu. Kelimelerin ötesine taşan bir hisle.. Müzikle, belki matematikle, belki de bilmediğim bir dilin harflerinin yan yana gelerek tanımlayabildiği başka bir uzamdan anlatılabilir bu his ama ben henüz bulamadım kelime karşılığını. Yıldız Kenter benim için, işte tam da burada olan ama başka bir uzama aitmiş gibi seslenen bir varlıktı. Yıldız Kenter, oyunculuğun, tüm yüzyılların, tüm insanların, tüm canlıların bedeninde buluştuğu kendin olma halinin ötesinde her şey olabilme haline dönüştüğü, bir toprak gibi üstünde biten her şeyi yaşatan , bir gökyüzü gibi kapsayan, ölümle şimdi arasında, yaşamla şimdi arasında bir yerde raks eden bir tür oluş hali gibiydi. Yaşı , bedeni, cinsiyeti olmayan bir varlık hali. Oyun bittiğinde alkışlanan ve alkışlayan arasındaki , şükran hali sırasında utangaç bir kız çocuğu gibi selamını verip kaçışını gördüğümde gözlerimin dolduğunu da hatırlıyorum. Şimdiden baktığımda yaşanmış onca hayata rağmen oyun oynama halinin çocukluğunu hep canlı tutan yanına dair bir coşkuydu belki de hissettiğim. Salon boşalana kadar oturduğum o koltuktan krem rengi kumaşların asıldığı boş sahneye baktığımı, ve içimde hissettiğim o şeye sıkı sıkı sarıldığımı da hatırlıyorum. Aidiyetsiz, yersiz ve de yurtsuz bir hisse sarıldığımı. Duvarlarında geçmiş oyun fotoğraflarının , zaman gibi asılı kaldığı Kenter Tiyatrosu belleğimden pek çok çağrışımla yeniden sesleniyor. Babam, ölüm, 100 kadın, 100 replik, sendika, inanç, sevgi, Tilbe, özlem, hüzün, şiir, göç….hepsi kopuk kopuk ama hepsi bütün pek çok çağrışım.
Yıldız Kenter bugün Kenter Tiyatrosu’nun sahnesinden Müşfik Kenter gibi uğurlanacak.Ama eminim Türkiye ‘nin yakın tarihini her bir köşesinde yaşatan bu salon daha nice oyunlarla bizleri zamanın ötesine taşıyacak .. Müşfik Kenter’e son kez şükranlarımı bu sahnede sunabilmiş ve Yıldız Kenter’in kardeşinin ardından duyduğu derin acısını taa içimde hissetmiştim. Orhan Veli Kanık’ın “ Ah aydınlıklardan uzaktayım, kafamda o dağılmayan sükun ölmedim lakin yaşamaktayım dinle bak vurmada nabzı ruhun” dizelerini içimden söylediğimi hatırlıyorum. Şimdiyse Yıldız Kenter uğurlanırken binlerce kilometre uzakta, bir vakit bir yerlerde okuduğum ve kendisinin kaleme aldığı anısı geliyor aklıma… Ve diliyorum ki; Yıldız Kenter uğurlanırken o anda orada olan ya da oradan tesadüfen geçen birisinin cebinde kalmış bir kabak çekirdeği olayım…
“İnsanın ortak kaderi doğum, ölüm ve o aradaki zaman, yaşam. Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil. Ölmek, belki bazen. Bize düşen yaşamak. Koşullar ne olursa olsun yaşamak. Ayakta kalmak. Haydi sıyırttın, hayatta kalabildin zar, zor. Uzun yaşamak bir ayrıcalık. İyi, güzel. Ama ayakta kalmak, kalabilmek. Ceza! Müthiş bir ceza! İlkokuldaydım, birinci sınıfta. Hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım. Kara tahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm kara tahtaya dönük, ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak. Utanıyorum, midem bulanıyor. Ölmek istiyorum. Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum. Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum: Kabak çekirdeklerim! Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim. Mahmut’la (Benden bir buçuk yaş büyük ağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor) eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede, Abidin Paşa Köşkü’nün orada. Bahardı. Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş. Ev yok pek. Apartman hele hiç yok. Göz alabildiğine tarla. Papatyalar, gelincikler. Haydi be sen de! Ne diye ölecekmişim. Mati’ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken! Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum. Öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma! Değer mi? Bir şey yap. Met’i anımsıyorum, Sevgili Aziz Nesin’i. İçim ısınıyor yeniden. Kalk hadi diyorum, durma koş, bir şeyler yap. Yaşa. Dur diyorlar bir yandan da, koşma.
Yeter, dinlen artık. Koşma. Öl artık! Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha.”
Share this content:
Ne güzel yazmışsınız, içimi ısıttı yazınız. Hele son anınız ne kadar güzel öyle, o kabak çekirdekleri ne iyi geldi , ne güzel örnek oldu durup durup düşünmek, kızıma da anlatmak için.. saolun varolun.